Duyurular

Kentlerdeki “görünür” mülteciler

Av. Taner Kılıç 

 

2011 Nisan ayından bu yana Türkiye’ye sığınma amacıyla gelen Suriyelilerin sayısındaki artış ve iskan edilmek istendikleri kamplarla sınırlı kalmayıp –kendilerine göre gayet haklı nedenlerle- başta bölgenin, sonra da tüm Türkiye’nin şehirlerine yayılmaları mülteciler konusunu ülke gündemine ciddi bir şekilde sokmuştur. Öyle ki, sürekli yoğunlaşan iç çatışmalar, son kimyasal bombalama ve olası askeri operasyon beklentisi nedeniyle sayıları sürekli artma eğilimde olan Suriyeli mülteciler sürekli ilgi ve haber konusu olmaya başlamışlardır. Oysa Suriye’deki savaştan ayrık olarak birçok ülkeden gelerek ülkemize sığınan sığınmacılar ile Türkiye’nin birçok kenti zaten uzun süredir iç içe yaşamaktadır. Ancak Suriyeli mültecilerle sayısal olarak son artış eğilimi nedeniyle artık birçok kentte çok sayıda birlikte yaşadığımız mültecilere karşı sorumluluklarımız ve birlikte yaşam formülleri üzerine daha çok düşünülmesi ve olası sorunlara karşı pro-aktif önlemlerin hayata geçirilmesi gerekmektedir.

 

Kabul edilmelidir ki, bir şehre o şehirden olmayan birkaç bin kişinin gelip yerleşmesi o şehir için çok önemli ve “sorunlu” bir gelişmedir. Bu noktada sosyo-kültürel bir etkileşimin olacağı açıktır. Türkiye’nin herhangi bir bölgesinden A şehrine herhangi bir bölgesinden B şehrinin 10.000 insanının gelmesi dahi sorunlara neden olacağı takdir edilecektir. Gelen insanların dil ve kültür açısından farklılıklar taşıması kuşkusuz bu sosyal etkileşimde bir dezavantaj oluşturacaktır. İlk gün belki yemek-içmek ve barınmak acil çözülmesi gereken sorunlar olarak görülse de ertesi günden itibaren sağlık, eğitim ve çalışma gibi insani ihtiyaçlar öne çıkacaktır. Dolayısıyla ortada sadece hukukçuların çözemeyeceği; psikolog, sosyolog ve sosyal hizmet uzmanlarının da aktif olarak rol oynaması gereken bir durum vardır. Gelen bu insani potansiyel insan onuruna yakışır ve reel dinamikleri itibariyle değerlendirilmezse kuşkusuz olumsuz gelişmeler yaşanabilir. Ancak bu alanda gösterilecek tüm çaba ve uğraşta en başta düşünülmesi ve süreç içinde hiç unutulmaması gereken şey mültecilerin şehirlerimize keyfi nedenlerle değil; hayatlarını, onurlarını ve geleceklerini korumak için kaçmak ve ülkemize sığınmak zorunda kalmış oldukları, yani zorunlu göçe konu oldukları gerçeğidir.   

 

Türkiye’ye iltica etmeleri üzerine iltica prosedürü içine alınarak İçişleri Bakanlığı tarafından prosedürleri bitene kadar şehir içinde serbest olarak iskan etmeleri için gönderilen ve “emniyet ve asayiş açısından sorun yaşanmayan ve yabancıların kontrollerinin de zor olmadığı şehirler” olarak tanımlanan “uydu kentler” ülkemizde sığınmacılar ile toplum olarak iç içe yaşadığımız şehirlerdir. BMMYK’nın son dönem geliştirdiği terminoloji ile kamplarda değil, bu şekildeki uydu kentlerde yaşayan bu mültecilere “kent mültecileri” (urban refugees) denmektedir. Öteden beri sayıları 33 civarındaki uydu kentlerde sığınmacılar  -çok sayıda sığınmacının tutulu bulunduğu Van, Kayseri, Konya, Afyon, Isparta, Burdur, Nevşehir, Gaziantep hariç olmak üzere- çoğu yerde neredeyse görünmez olmalarını sağlayacak kadar az sayıda bu şehirlere gönderilmişlerdir. Bu görünmez oluştan dolayı gerçekten birçok insan ve kurum tarafından fark edilmemişler, fark edenler de bu kişilerin kendileri ve sorunları ile “tam olarak bilmedikleri bazı” yetkili kurumların ilgilendiği ön kabulü ile onlara ilgi göstermemişlerdir.

 

Oysa, her ne kadar İçişleri Bakanlığı tarafından bu kişiler önceden belirli şehirlere gönderiliyor ise de onları şehre ulaşmasından itibaren karşılayan, şehirde kaldıkları süre boyunca bir şekilde ilgilenen ve bu kapsamda “otomatik” olarak işleyen bir kamu veya kamu dışı bir sosyal yardım mekanizması yoktur. Barınmadan başlamak üzere yeme-içme, ısınma, sağlık, eğitim, çalışma gibi insan olmaktan kaynaklanan tüm sorunları ile sadece kendi başlarına çözüm bulmak zorunda kalmaktadırlar.  Bundan dolayı da birçok ilde ilgisiz kamu otoriteleri, sivil toplumu ve yerel idaresinden dolayı ispat-ı vücut gereği atmak zorunda oldukları haftalık imzalarından ötürü şehirde muhatap oldukları tek resmi yetkili makam olarak Yabancılar Şube Müdürlüğü tarafından sorunları başka platformlara iyiniyetli ve amatör bir ruhla taşınmaya çalışılmıştır. Nitekim, bazı Yabancılar Şube Müdürlerinin aslında hiç çalışma ve görev alanlarında olmamasına rağmen şehirdeki hayırsever kişi ve kuruluşlara yönelik organizasyonlar gerçekleştirerek bunu başarmaya çalıştıkları tarafımızdan bilinmektedir.

 

Sayıları az olduğu için şehir içinde “görünmez” olan sığınmacıların takriben son 2 yıl içinde gittikçe artan bir ivme ile sayılarının çoğalması ve yıllardır neredeyse istikrar bulmuş sığınmacı sayısının (Suriyeli mülteciler hariç tutularak bile) 4 katına çıkması Türkiye adına çok önemli bir gelişme sayılmalıdır. Suriye dışındaki ülkelerden yakın coğrafyamızda gelişen olaylar nedeniyle Türkiye’ye yönelik sığınma hareketi artmıştır. Irak işgali ve sonrasında bir türlü durulmayan iç çatışmalar ve özellikle İran’da uzun yıllardır bulunan Afgan mültecilere yönelik değişen politikalar bu insan hareketliliğinin artmasında önemli nedenler olmuşlardır. Buna karşılık Türkiye’nin 1951 Cenevre Sözleşmesine koyduğu coğrafi sınırlama nedeniyle BMMYK’nın mültecilik statüsü belirleme kararından sonra bu kişilerin yerleştirilmeleri meselesi önemli bir çalışma alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’nin bu kişileri daimî olarak ülkesinde barındırma taahhüdü bulunmadığı için BMMYK Türkiye’den bu kişileri kendi ülkesine alacak devletler aramaktadır. “yeniden yerleştirme” işlemi denilen bu işlem sayesinde yakın zamana kadar düzenli olarak başka ülkelere yerleştirme işlemi, başvuranların sayısının artması, buna karşılık yerleştirme ülkelerinin kotalarını arttırmamasına bağlı olarak oransal olarak azalmıştır. Bu durumda Türkiye’ye sığınmacı olarak gelen insan sayısının artması, statü alanların başka ülkelere gönderilme oranlarının düşmesi ile Türkiye’de şu an ciddi olarak bir yoğunluk yaşanmaktadır. Buna bağlı olarak İçişleri Bakanlığı hem uydu kentlerin sayısını 2010 sonunda 51’e, 2012 sonunda Karadeniz Bölgesindeki bir çok kenti de içine katarak 62’ye çıkarmış, hem de uydu kentlere gönderdiği sığınmacı sayısını önemli oranda yükseltmiştir. Bu da birçok şehirde gerek kamu otoriteleri, gerekse sivil toplumu, gerekse yerel yönetimleri nezdinde adeta birer şoka neden olmuştur.

 

Uydu kentlerde tarafımızca görülen temel bir tespit şudur: İltica alanına ilişkin mevzuat Türkiye’nin her yerinde aynı olmasına karşılık şehirden şehire sığınmacılara yönelik uygulama ve sağlanan hizmetler çok ciddi değişkenlikler gösterebilmektedir. Bunda da ilginç bir şekilde başta o ilin Valisi olmak üzere, bazı alandan sorumlu Vali yardımcılarının ilgi ve alaka düzeylerinin birinci derecede belirleyici olduğu görülmektedir. Yine buna bağlı olarak Yabancılar Şube müdürleri, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı (SYDV) müdürleri, duyarlı sivil toplum, yerel idare, meslek odaları, hayırsever işadamları ve özellikle bu alanda organizasyon yapabilme becerisi olan güvenilir ve saygın kişiler sığınmacılar için o şehrin daha yaşanabilir hale gelmesinde çok önemli aktörlerdir. Ancak bu aktörlerin hiç veya yeteri kadar varlık göstermemeleri halinde o şehir şehre gönderilen sığınmacılar için adeta bir  “açık hava hapishanesi” işlevi görmektedir.

 

Bilinmeli, hiç unutulmamalı ve hatta vicdan azabı çekilmelidir ki; Ege Denizinde derme çatma teknelerde boğulan, Avrupa’ya ulaşma yollarında tır kasalarında nefessiz kalarak ölen ve çar çabuk “kaçak göçmen” damgası vurulan insanların önemli bir kısmı bu “açık hava hapishanesi” kentlerin ve genel anlamda Türkiye’deki sığınma prosedürünün koşullarına dayanamayan sığınmacılar ve hatta statü kararı almış mültecilerdir.

 

Takriben son iki yılda başlayan ve geçtiğimiz bir yılda yoğunlaşan bir şekilde birçok uydu kente bazen Valilik dahil o şehirdeki hiçbir kamu kuruluşuna haber verilmeden gönderilen ve sayıları her bir şehir için en azından yüzler, bazıları için ise binlerle ifade edilen sığınmacılar o şehirlerde ciddi bir telaşa neden olmuştur. Kamu kurumlarının bile haberdar olmadığı böylesi önemli bir gelişmeden sivil toplum, yerel idare ve meslek odalarının hiç haberdar olmayacağı açıktır. Dolayısıyla esasen bu şok halinin o şehirdeki hemen tüm aktörlerce yaşandığını tahmin etmek zor olmayacaktır. Çünkü öncesinde haberdar bile olunmayan bu önemli sayıdaki nüfus hareketliliğine yönelik fiziksel, lojistik ve psiko-sosyal hiçbir hazırlığın yapılmadığı bellidir. Bu kapsamda Ankara-Çankaya ilçesinde bulunan BMMYK binası önündeki günlerce süren yoğunluğu azaltmak için sığınmacıların adeta karga-tulumba otobüslere bindirilerek değişik şehirlere gönderilmeleri ve şehir girişlerinde bulunan boş alanlara –tabiri caizse- “Cami önüne bırakılan bebekler” gibi bırakılmaları ve yerel idarecilere bu hususta hiçbir ön bilgilendirmede bulunulmaması çok dikkat çekicidir.

 

İşte bu noktada şehirlerindeki bu önemli yeni nüfus ile tanışma ve muhatap olma durumunda bulunan kamu otoriteleri ve sivil toplum bu kişilerin tam olarak kim olduklarını kavrayıp şehirlerine yasal bir zemin içinde getirildiklerini anlayana kadar birkaç günün geçmesi gerekmiş, bu ilk şoktan sonra da çareler düşünülmeye başlanmıştır. Bu ilk şaşkınlık geçene kadar ise maalesef çok sayıda kişi ve aile parklarda veya koruluk alanlarda kalmışlardır. Ancak ondan sonra birçok şehirde Valilik makamının öncülük ettiği çözüm önerileri üzerinde çalışılmaya, adeta el yordamıyla şehir içi mekanizmalar kurulmaya gayret edilmiştir. Bu aşamada yine Valilik makamının ilgi, alaka ve önceki görev yerlerindeki sığınmacılara yönelik tecrübelerine bağlı ve orantılı olarak çalışmalar organize edilmiştir.

 

Bu aşamada AB Türkiye Delegasyonunun finansal destek verdiği ve Mültecilerle Dayanışma Derneği’nin ana yüklenicisi durumunda olduğu “Mülteci haklarının kullanılması için sivil hareket, CARE” projesi kapsamında 8 ilde (Isparta, Ağrı, Hatay, İzmir, Edirne, Mardin, Tokat, Denizli) geçtiğimiz aylarda organize ettiği çalışmalar bu durumun görülmesinde çok önemli bir işlev üstlenmiştir. Bunun dışında yine Mülteci Der’in Uşak’ta ve MHK olarak Batman’da düzenlenen saha çalışmaları ve buna bağlı organize edilen çalıştaylar çok faydalı geçmiştir. BMMYK Türkiye Temsilciliği’nin de aynı amaçla birçok şehirde toplantılar düzenlediği bilinmektedir. Bu şehirlerde çoğunlukla kamu içinde ve sivil toplum nezdinde bir iletişim ağının bulunmadığı, bir kurumun yapıp-ettiklerinden bir başka kurumun haberdar dahi olmadığı görülmüştür. Meslek odaları, yerel idare ve üniversitelerin de bu iletişim ve işbirliği alanından uzakta olduğunu tahmin etmek zor değildir. Çoğu kurumlar anılan çalıştaylar ile şehirdeki sığınmacıların sorunlarından haberdar olmuşlar, zannettiklerinin aksine “onlarla” kimsenin doğrudan ilgilenmediğini ve basın ve sosyal medyada speküle edildiği gibi paralar dağıtmadığını anlamışlardır. Bu kapsamda bazı şehirlerde kamu içinde ve sivil toplum içinde olmak üzere ayrı ayrı, bazı şehirlerde ise kamu ve sivil toplum birlikte olmak üzere değişik çalışma grupları, koordinasyon mekanizmaları geliştirilmiştir. 

 

Çok büyük ümitlerle hazırlığında müdahil ve etkili olmaya çalıştığımız Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (YUKK) 11.04.2013 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanmakla 6458 sayılı yasa olarak yürürlüğe girmiştir. Yasanın çıkması ile teşkilatlanmaya başlayan Göç İdaresi Genel Müdürlüğü (GİGM) Nisan 2014 tarihinden itibaren bu alanda Türkiye’de en önemli politika oluşturma ve uygulamayı yönetme mercii olarak yetkili ve sorumlu olacaktır. GİGM’nün bundan sonra uydu şehirlerdeki farklı kamu ve farklı sivil toplum elinde farklı seviyelerde gelişmiş uygulamaya bir son vererek tüm Türkiye çapında birbirine en azından yakın bir uygulama standardını sağlayacağı öngörülmektedir. Ancak bu tarihe kadar kentlerimizdeki kamu, yerel idare ve sivil toplum arasındaki geliştirilmesini beklediğimiz koordinasyon ve yönetişim şüphesiz bu alanda ülkenin geleceğine ışık ve vizyon verecektir. Zira, kentlerimizdeki mültecilerin kendileriyle birlikte kente taşıdıkları birikimin kente zenginlik kazandırması bu alanda yapılacak koordinasyon ile mümkün olabilecektir. Bu birikime sırtını dönen kent ise aslında bu zengin nicelik ve niteliği sadece suç örgütlerine terk etmiş olacaktır. Bu nedenle şimdi çok önemli bir sürecin başlangıç aşamasındayız. Bu fırsatı insanlık onuru adına dayanışma ve kentimiz için çok iyi bir şekilde değerlendirmemiz gerekmektedir.

 

Zaman, 18 Eylül 2013

 

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu